skip to main |
skip to sidebar
Bugün karışan aklımı meşgul etmek için eski fotoğrafları düzenleme işine giriştim. Ve her zaman olduğu gibi aklım toparlanacağına daha da çok karıştı durdu. Erkin Koray'ın şarkısı var ya hani "Arapsaçı". Tüm günümün soundtracki sanki oydu. Özene bezene "aman üzerlerine toz değmesin" diye dosyaladığım fotoğraflara baktım uzun süre. Eskiden baskı fotoğraflar vardı hatırlar mısın? Ya da diaları? Fotoğrafları çekerken cimri olurduk hani. Öyle ya her poz değerli. Baskılarını alana kadar da içimiz içimizi yerdi ve de. İstediğimiz gibi çekebilmiş miyiz? Diyaframı iyi mi? Netliği tam mı? Kadraja yanlışlıkla birşey girmiş mi? Beynimizde dolaşan bin tane tilkiden binbir türlü soru. Şimdi ne mutlu bize! Hiç böyle dertlerimiz yok. Sorular da az artık, cevaplar da. Zaten cevap peşinde koşanlar da. Oysa sorular da cevaplar da ne kadar değerli.
Aklım değerler, değeri bilinmeyenlerle ilgili pek çok soru işaretiyle oyalanırken ironik bir şekilde karşıma vakti zamanında çektiğim Türkan Saylan fotoğrafları çıktı. Siyah beyaz. Keskin. Sorular gitti yerine koca bir boşluk geldi. Öylece bakakaldım. Bakakaldım çünkü bu fotoğrafların varlıklarını bile unutmuştum. Kendime kızdım. Bir iki bahane uydurdum kendime. Neden unuttuğumu affettireyim diye. "İşe güce dalmışım" dedim. Kitaplığıma laf söyledim. Söylendim de söylendim. Hatta suçu dönüp dolaşıp İstanbul'a bile attım. Ve şimdi elimde birkaç kare fotoğraf giden bir hayatın bende bıraktıklarına bakıyorum. Kendime kızıyorum. Bu fotoğrafları nasıl olup da unuttuğuma kızıyorum. Kendime bahaneler üretmeme kızıyorum. Kendimi kandırma eğilimime kızıyorum. Ama en çok neye kızıyorum biliyor musun? En çok, rengarenk bir insanı, Türkan Hoca'yı, siyah beyaza hapsetmeme kızıyorum. Onu, bu kadar net fikirlere sahip olmasına rağmen o düşünceleri bu kadar yumuşak duygularla ve düşüncelerle ifade eden o kadını, bu kadar keskin fotoğraflamış olmama kızıyorum. Oysa o hiçkimseye karşı böyle keskin olmazdı bilirim. En olması gerekenlere bile hatta. Onunla geçirdiğim süre boyunca sık sık "Gerçek hümanizm bu mu acaba?" diye düşündüğümü hatırlıyorum mesela. Cevabını biliyorum. Cevabını ondan öğrendim ama ufak bir itiraf : pratikte uygularken hala tökezliyorum. Keşke yeniden çekebilseydim fotoğraflarını diye düşünüyorum. Kırmızı saçları, mavi montu ve her daim dudaklarında olan kırmızı ruju ile. Tam olduğu gibi ; rengarenk.
Fotoğraflara bakarken çekimden önce beraber yaptığımız kahvaltıyı düşünüyorum. İkimizin de kahvaltıdaki peynir çeşitliliğiyle ilgili fikirbirliğimiz çocukça bir heyecan yaratmıştı bende. Hatırlıyorum. Hatırladıkça gülümsüyorum. Hani kendilerini öğretmenlerine sevdirmeye çalışan çocuklar olur ya. Öyle. İnsanların onun günlük yaşamını görememesine üzülüyorum. Çocukları, kedisi, köpeği, çalışma arkadaşlarıyla olan ilişkisini görememelerine üzülüyorum. Ya da mesela Arnavutköy'de kahvaltı yaparken çevreden herkesin "serseri" diye baktığı motorcularla nasıl sohbet ettiğini görememelerine. Beni o kadar etkilemesine rağmen şu an hangi ilde olduğunu hatırlayamadığım liseli bir kızın -binlerce burs alan kızdan sadece birinin- moralinin bozulması ve ders başarısının düşmesine ne kadar üzüldüğünü, nasıl motive ederiz diye çözümler ürettiğini görememelerine üzülüyorum. Lepra hastanesinde hastaların nasıl gözünün içine baktığını görememelerine üzülüyorum. Küçük bir kız vardı orada mesela. Küçücük yaşta cüzzamdan yatan küçücük bir kız. Gözleri ışıl ışıl. O küçücük kızın küçücük odasında yaptığı kocaman resimlere nasıl baktığını görememelerine üzülüyorum. Gerçekten özgürlükçü olmak, birlik olmak ne demek görememelerine üzülüyorum. Hadi daha yakından, benden bir örnek vereyim. Pek çaktırmasam da zaman zaman insanlara, yaptığım işe ya da kendime dair tüm umudumu yitirdiğim zamanlar oluyor. Kimse bilmiyor, duymuyor, görmüyor. Çünkü Heval pek çok şey gibi bunu da çok iyi saklıyor. Diplere, derinlere. Öyle zamanlarda bazen elim kitaplıkta bir kitaba gidiyor : "Güneş Umuttan Şimdi Doğar". İlk sayfasındaki yazıda "Sevgili Hazal'a. Geleceğin ışıltılı sanatçısı olacağına inanarak... Dr. Türkan." yazıyor. Bu inancı boşa çıkarmamak gerek diye düşünüyorum her seferinde. Konuştuklarımızı, onun yaşamını düşünüyorum uzun uzun. "Daha dur" diyorum kendime işte o zaman. "Daha dur. Daha hiçbir şey yapmadın. Daha yeterince savaşmadın. Daha yeterince var olmadın. Daha dur. Vazgeçmek için erken. Daha çok yolun var." Kendime geliyorum. Türkan Hoca bana varlığında olduğu gibi yokluğunda da ilham veriyor. İnsanların, insanların hayatlarına ilham olmanın nasıl bir şey olduğunu görememelerine üzülüyorum. Binlerce insanın hayatına dokunmanın nasıl bir şey olduğunu görememelerine üzülüyorum. Görmek önemli çünkü. Her şeyden daha çok belki de. Çünkü gören insanlar güzelleştiriyor hayatı. Ya da bana öyle geliyor bilmiyorum.
Ve sonra fotoğraflara bakarken insanların eğlenmeye geldikleri kalabalıklardan birinde, gecesini sabote ettiğim bir arkadaşıma kendisi hakkında söylediklerim geliyor aklıma: "Tanıdığımda hayal kırıklığı yaratmayan nadir insanlardan..." diye. Gerçekten de öyle. Hani işlerini, yaptıklarını, çalışmalarını takip ettiğiniz; sevdiğiniz, saygı duyduğunuz ve en önemlisi de tanıdığınızı sandığınız insanlar vardır. Sonra bir yerlerde karşılaşırsınız onlarla. Bambaşka biri çıkar karşınıza. Çok büyük hayal kırıklığıdır o. İyi bilirim. O yüzden de dışardan sevdiğim insanlarla çok biraraya gelme konusunda hep temkinli davraırım. Güzel kalsınlar bende diye. Ama Türkan Hoca; elimde kamera peşinde dolaştığım onca zaman boyunca bir kez bile, ufacık bir hareketiyle bile hatta, o hayal kırıklığına neden olmadı bende. Aksine daha çok hayranlık duygusu uyandırdı. Saygı hep vardı. O saygı arttı arttı üstüne bir de sevgiyi kattı. Arkadaşım bunları insanlarla paylaşmam gerektiğini söyledi o gece. Haklı. Ama bilmiyor tabii. Düşündüklerini anlatmak konusunda pek becerikli olan bu şahıs; konu duygularına gelince hep tökezliyor, zorlanıyor işte. Beynim bulanıyor, ellerim titriyor, söylemek istediklerim hep eksik kalıyor. Türkan Hoca'yla ilgili olan herşey de o duyguları zorluyor. Hani yazının başında değerlerden bahsetmiştim ya. İşte Türkan Saylan gibi bir değere yapılanlar içimi acıtıyor. Türkan Saylan bu hayatta benim için, kendi dışında, aynı zamanda insanlığa dair pek çok değeri temsil ediyor. Ve ben sarıp sarmalayıp, sakındığımı sansam da fotoğraflarım gibi bu değerlerin de üstü tozlanmış meğer. Onu farkediyorum. Şimdi bu cuma gecesinde kalabalıklarda kaybolmak yerine evde bir mum yakıp, güzel bir müzikle kaybettiğim değerlerin izini süreceğim zihnimde. Bir sürü soru soracağım. Bir sürü cevap bulacağım. Neler yapabilirime bakacağım. O tek mum karanlıktakiler için çok değerli çünkü bilirim. Belki zihnim biraz daha toparlarsa kendini ve biraz daha hakim olabilirsem duygularıma daha kendim gibi bir Türkan Saylan yazısı yazacağım.
Heval.
Twitter
kocaman organizma, küçücük parazit... (bir sinemacı günlüğü)
18 Aralık 2010 Cumartesi
Değerler
Bugün karışan aklımı meşgul etmek için eski fotoğrafları düzenleme işine giriştim. Ve her zaman olduğu gibi aklım toparlanacağına daha da çok karıştı durdu. Erkin Koray'ın şarkısı var ya hani "Arapsaçı". Tüm günümün soundtracki sanki oydu. Özene bezene "aman üzerlerine toz değmesin" diye dosyaladığım fotoğraflara baktım uzun süre. Eskiden baskı fotoğraflar vardı hatırlar mısın? Ya da diaları? Fotoğrafları çekerken cimri olurduk hani. Öyle ya her poz değerli. Baskılarını alana kadar da içimiz içimizi yerdi ve de. İstediğimiz gibi çekebilmiş miyiz? Diyaframı iyi mi? Netliği tam mı? Kadraja yanlışlıkla birşey girmiş mi? Beynimizde dolaşan bin tane tilkiden binbir türlü soru. Şimdi ne mutlu bize! Hiç böyle dertlerimiz yok. Sorular da az artık, cevaplar da. Zaten cevap peşinde koşanlar da. Oysa sorular da cevaplar da ne kadar değerli.
Aklım değerler, değeri bilinmeyenlerle ilgili pek çok soru işaretiyle oyalanırken ironik bir şekilde karşıma vakti zamanında çektiğim Türkan Saylan fotoğrafları çıktı. Siyah beyaz. Keskin. Sorular gitti yerine koca bir boşluk geldi. Öylece bakakaldım. Bakakaldım çünkü bu fotoğrafların varlıklarını bile unutmuştum. Kendime kızdım. Bir iki bahane uydurdum kendime. Neden unuttuğumu affettireyim diye. "İşe güce dalmışım" dedim. Kitaplığıma laf söyledim. Söylendim de söylendim. Hatta suçu dönüp dolaşıp İstanbul'a bile attım. Ve şimdi elimde birkaç kare fotoğraf giden bir hayatın bende bıraktıklarına bakıyorum. Kendime kızıyorum. Bu fotoğrafları nasıl olup da unuttuğuma kızıyorum. Kendime bahaneler üretmeme kızıyorum. Kendimi kandırma eğilimime kızıyorum. Ama en çok neye kızıyorum biliyor musun? En çok, rengarenk bir insanı, Türkan Hoca'yı, siyah beyaza hapsetmeme kızıyorum. Onu, bu kadar net fikirlere sahip olmasına rağmen o düşünceleri bu kadar yumuşak duygularla ve düşüncelerle ifade eden o kadını, bu kadar keskin fotoğraflamış olmama kızıyorum. Oysa o hiçkimseye karşı böyle keskin olmazdı bilirim. En olması gerekenlere bile hatta. Onunla geçirdiğim süre boyunca sık sık "Gerçek hümanizm bu mu acaba?" diye düşündüğümü hatırlıyorum mesela. Cevabını biliyorum. Cevabını ondan öğrendim ama ufak bir itiraf : pratikte uygularken hala tökezliyorum. Keşke yeniden çekebilseydim fotoğraflarını diye düşünüyorum. Kırmızı saçları, mavi montu ve her daim dudaklarında olan kırmızı ruju ile. Tam olduğu gibi ; rengarenk.
Fotoğraflara bakarken çekimden önce beraber yaptığımız kahvaltıyı düşünüyorum. İkimizin de kahvaltıdaki peynir çeşitliliğiyle ilgili fikirbirliğimiz çocukça bir heyecan yaratmıştı bende. Hatırlıyorum. Hatırladıkça gülümsüyorum. Hani kendilerini öğretmenlerine sevdirmeye çalışan çocuklar olur ya. Öyle. İnsanların onun günlük yaşamını görememesine üzülüyorum. Çocukları, kedisi, köpeği, çalışma arkadaşlarıyla olan ilişkisini görememelerine üzülüyorum. Ya da mesela Arnavutköy'de kahvaltı yaparken çevreden herkesin "serseri" diye baktığı motorcularla nasıl sohbet ettiğini görememelerine. Beni o kadar etkilemesine rağmen şu an hangi ilde olduğunu hatırlayamadığım liseli bir kızın -binlerce burs alan kızdan sadece birinin- moralinin bozulması ve ders başarısının düşmesine ne kadar üzüldüğünü, nasıl motive ederiz diye çözümler ürettiğini görememelerine üzülüyorum. Lepra hastanesinde hastaların nasıl gözünün içine baktığını görememelerine üzülüyorum. Küçük bir kız vardı orada mesela. Küçücük yaşta cüzzamdan yatan küçücük bir kız. Gözleri ışıl ışıl. O küçücük kızın küçücük odasında yaptığı kocaman resimlere nasıl baktığını görememelerine üzülüyorum. Gerçekten özgürlükçü olmak, birlik olmak ne demek görememelerine üzülüyorum. Hadi daha yakından, benden bir örnek vereyim. Pek çaktırmasam da zaman zaman insanlara, yaptığım işe ya da kendime dair tüm umudumu yitirdiğim zamanlar oluyor. Kimse bilmiyor, duymuyor, görmüyor. Çünkü Heval pek çok şey gibi bunu da çok iyi saklıyor. Diplere, derinlere. Öyle zamanlarda bazen elim kitaplıkta bir kitaba gidiyor : "Güneş Umuttan Şimdi Doğar". İlk sayfasındaki yazıda "Sevgili Hazal'a. Geleceğin ışıltılı sanatçısı olacağına inanarak... Dr. Türkan." yazıyor. Bu inancı boşa çıkarmamak gerek diye düşünüyorum her seferinde. Konuştuklarımızı, onun yaşamını düşünüyorum uzun uzun. "Daha dur" diyorum kendime işte o zaman. "Daha dur. Daha hiçbir şey yapmadın. Daha yeterince savaşmadın. Daha yeterince var olmadın. Daha dur. Vazgeçmek için erken. Daha çok yolun var." Kendime geliyorum. Türkan Hoca bana varlığında olduğu gibi yokluğunda da ilham veriyor. İnsanların, insanların hayatlarına ilham olmanın nasıl bir şey olduğunu görememelerine üzülüyorum. Binlerce insanın hayatına dokunmanın nasıl bir şey olduğunu görememelerine üzülüyorum. Görmek önemli çünkü. Her şeyden daha çok belki de. Çünkü gören insanlar güzelleştiriyor hayatı. Ya da bana öyle geliyor bilmiyorum.
Ve sonra fotoğraflara bakarken insanların eğlenmeye geldikleri kalabalıklardan birinde, gecesini sabote ettiğim bir arkadaşıma kendisi hakkında söylediklerim geliyor aklıma: "Tanıdığımda hayal kırıklığı yaratmayan nadir insanlardan..." diye. Gerçekten de öyle. Hani işlerini, yaptıklarını, çalışmalarını takip ettiğiniz; sevdiğiniz, saygı duyduğunuz ve en önemlisi de tanıdığınızı sandığınız insanlar vardır. Sonra bir yerlerde karşılaşırsınız onlarla. Bambaşka biri çıkar karşınıza. Çok büyük hayal kırıklığıdır o. İyi bilirim. O yüzden de dışardan sevdiğim insanlarla çok biraraya gelme konusunda hep temkinli davraırım. Güzel kalsınlar bende diye. Ama Türkan Hoca; elimde kamera peşinde dolaştığım onca zaman boyunca bir kez bile, ufacık bir hareketiyle bile hatta, o hayal kırıklığına neden olmadı bende. Aksine daha çok hayranlık duygusu uyandırdı. Saygı hep vardı. O saygı arttı arttı üstüne bir de sevgiyi kattı. Arkadaşım bunları insanlarla paylaşmam gerektiğini söyledi o gece. Haklı. Ama bilmiyor tabii. Düşündüklerini anlatmak konusunda pek becerikli olan bu şahıs; konu duygularına gelince hep tökezliyor, zorlanıyor işte. Beynim bulanıyor, ellerim titriyor, söylemek istediklerim hep eksik kalıyor. Türkan Hoca'yla ilgili olan herşey de o duyguları zorluyor. Hani yazının başında değerlerden bahsetmiştim ya. İşte Türkan Saylan gibi bir değere yapılanlar içimi acıtıyor. Türkan Saylan bu hayatta benim için, kendi dışında, aynı zamanda insanlığa dair pek çok değeri temsil ediyor. Ve ben sarıp sarmalayıp, sakındığımı sansam da fotoğraflarım gibi bu değerlerin de üstü tozlanmış meğer. Onu farkediyorum. Şimdi bu cuma gecesinde kalabalıklarda kaybolmak yerine evde bir mum yakıp, güzel bir müzikle kaybettiğim değerlerin izini süreceğim zihnimde. Bir sürü soru soracağım. Bir sürü cevap bulacağım. Neler yapabilirime bakacağım. O tek mum karanlıktakiler için çok değerli çünkü bilirim. Belki zihnim biraz daha toparlarsa kendini ve biraz daha hakim olabilirsem duygularıma daha kendim gibi bir Türkan Saylan yazısı yazacağım.
Heval.
Takip Et
Hakkımda
- heval hazal kurt
- İstanbul, Türkiye
- işine aşık heyecanlı bir kız. http://www.parazitfilm.com.tr
Okuyorum
Daha Daha
Takip Ettiklerim
Konulara Bak
- biraz kişisel (21)
- güzel şeyler (8)
- zoofest (8)
- sevgili günlük (4)
- 7 farkı bul (2)
- ben yaptım (1)
2 yorum:
Ağladım bi güzel.. Rahatladım.. Yanında gibi hissettim yine.. Eline sağlık..
Şu blog, hayatında böyle güzel ve içten yorum görmedi. Teşekkür ederim. :)
Yorum Gönder